Okuma Süresi: 9 dakika

Dil insanoğlunun en önemli icatlarından bir tanesi. Yiyecekleri pişirmeyi bulduktan sonra yaşadığımız beyin gelişimi ile birlikte, düşünceleri sesler ile aktarmış daha sonra da düşünceleri işaretlere (harflere) hapsetmeyi başarmışız. Gerçekleşmesi oldukça uzun zaman alan bu sürecin sonunda, sesli ve yazılı iletişim kuralları içeren ve adına dil denen yapılar oluşturmuşuz. Binlerce hatta belkide daha uzun sürede sayısız insanın katkıları sonucunda ortaya çıkan diller, içerdiği kurallar, yapılar ya da ses varlıkları ile kendilerine has özellikleri bünyesinde toplamıştır. Sonsuz zaman akıp dururken, damla damla damıtılmış bilgilerden oluşan dillerin oluşturduğu yapının, o dilleri öğrenmiş olan bizlerin bugünkü yaklaşımları üzerinde etkisi var mıdır? Bir başka deyişle dilimiz Dünyayı algılayışımızı etkiler mi? Bu haftanın zihin açıcı konusu bu…

Dillerin Farklılıkları

Tarihte, insanoğlunun birbiriyle bu kadar etkileşim içinde olmadığı binlerce, onbinlerce hatta yüzbinlerce yıl var. Çoğunlukla kapalı havzalar içinde birbirlerinden yalıtılmış bir şekilde geçirdiği uzun süreler boyunca insanoğlu, farklı bakış açılarıyla farklı farklı iletişim bileşenleri geliştirmiştir. Bu iletişim farklıları sözcüklerin farklı olmasının yanı sıra, farklı kurgular ve kurallar manzumesinin gelişmişmesi şeklinde de sonuçlanmıştır.

Bizim dilimiz Türkçe gibi bazı diller sondan eklemeli bir dil yapısında gelişirken, Çince ya da Tibet dilleri gibi bazı diller tek heceli (ayrımlı) diller özelliğinde, Sami dilleri ve Avrupa dilleri gibi bazı diller ise çekimli (bükümlü) diller şeklinde oluşmuştur.

Bu yapısal farkın ve çok farklı sözcük varlığına sahip olmanın dışında, dillerde sözcüklerin dizilimlerinde de ciddi farklılıklar bulunmaktadır.

Tüm sayılan bu özellikler arasındaki, gerçekleşmiş farklı birleşimler ile ortaya büyük bir çeşitlilik ve zenginlik ortaya çıkmıştır.

Peki Bu Çeşitliliğin Etkisi Nedir?

Bir akarsuyun kollara ayrılarak ayrı istikametlere gitmesi gibi, her bir dil farklı farklı yollarda ilerlemiş ve özgünleşmiştir. Bir farklılaşmaya yol açmanın dışında bütün bu çeşitliliklerin ortaya çıkmasının ne gibi bir etkisi olmuştur? Örneğin ortaya çıkan ve farklılaşmış dilimiz dünyayı algılayışımızı etkiler mi?

Bu soruyu ilk defa 1940’da, bir sigorta şirketinde çalışan ve aynı zamanda Yale Üniversitesi’nde antropoloji konularında ders veren bir kimya mühendisi, Benjamin Lee Whorf ortaya atmıştır. Whorf, öğrendiğimiz ilk dil olan ana dilimizin dünyayı algılayışımızı etkilediğini, hatta belirli kavramları anlamamız üzerinde kısıtlayıcı etkileri bulunduğunu iddia etmiştir. İlk aşamada bu iddia çok kabul görmese de, iddianın dikkat çekici olması nedeniyle birçok biliminsanı bu konu üzerine eğilmiş ve merak uyandırıcı çeşitli araştırmalar yapmışlardır.

Sağ ya da Sol Nedir Bilmeyen (!) Aborjinler

Dilimiz dünyayı algılayışımızı etkiler mi sorusu üzerine düşündüren toplumlardan birisi de Avustralya’nın yerli halkı Aborjinler olmuştur. Aborjinlerin konuştuğu dillerden birisi olan Guugu Yimithirr adlı dilde -benmerkezci bir yaklaşım ile- kullanmış olduğumuz sağ, sol, ileri, geri gibi sözcükler yer almamaktadır. Bunun yerine bir yerden veya istikametten bahsetmek için bu dili konuşan Aborjinler kuzey, güney, doğu, batı gibi geleneksel coğrafi yönleri kullanmaktadır.

Bu durumu düşündüğümüzde, dünyadaki (aslında uzaydaki) bir noktayı sağ, sol, ileri, geri gibi sözcüklerle değil kuzey, güney, doğu, batı gibi sözcüklerle anlatmanın daha gelişkin olduğu açıktır. Zira bu sözcükleri kullanarak bir noktayı anlatmak için, bulunduğu konumda neresinin kuzey, güney, doğu ve batı olduğunu anlayabilecek şekilde bir yön duyusunun gelişlmiş olması gerekmektedir. Bu nedenle biraz da kinayeli bir şekilde “sağ ya da sol nedir bilmeyen aborjinler” demiş olsak da, Aborjinlerin güneşin durumunu, bulundukları yerin konumunu ve daha derinlikli olarak dünyayı daha iyi algıladıklarını söyleyebilmek mümkündür.

Güneş ve Zaman

Konuştuğumuz dilin algılayışımızı etkileyip etkilemediğine dair bir başka çalışma da, Lera Boroditsky ve Berkeley’s Alice Gaby adlı dilbilimcilerce, Kuuk Thaayorre dilini konuşan ve Avustralya’da yaşayan Pormpuraaw adlı toplulukta gerçekleştirilmiştir. Diğer Aborjinler gibi, bir konumu anlatmak için kuzey, güney, doğu, batı yönlerini kullanan bu halktan bireylere bazı kartlar verilmiş ve bu kartları zaman sırasına göre dizmesi istenmiştir. Bu bireylerden kuzey istikametine bakan kişiler kartları soldan sağa doğru (doğudan batıya doğru) dizerken, güneye bakan kişiler ise soldan sağa doğru (yine doğudan batıya doğru) dizmiştir. 

Buradan da anlaşılabileceği üzere Pormpuraaw topluluğunun bu bireylerinin zaman algısı -uzay ile daha uyumlu olarak- güneşin doğduğu istikametten battığı istikamete doğrudur.

Zaman Parçalı mıdır? Yoksa Sonsuz mu?

Bu sorunun aslında yanıtı gayet açıktır, zaman sonsuzdur. Bununla birlikte bizler zamanı daha anlaşılabilir kılmak belki de anlayabilmek için -Dünya’nın Güneş çevresindeki bir turundan başlayarak- zamanı yıl, ay, gün, saat, dakika, saniye, salise gibi parçalara ayırmış durumdayız. Biz bu şekilde bir bölümleme yapmışken, Amerika’nın yerlisi olan Arizona Eyaleti’nin ortasında yer alan Hopiler ise zamanın pürüzsüz ve devam eden bir döngü gibi algılamakta ve düşünmektedir ve bu nedenle dillerinde geçmiş ya da gelecek zaman yapısı bulunmamaktadır.

Günler Eril midir Dişil mi?

Muhtemelen bildiğiniz ya da duyduğunuz üzere Arapça, İspanyolca, Fransızca gibi bazı dillerde, bazı sözcükler için erillik ve dişillik -hatta Rusça ve Almanca da olduğu gibi bir de ek olarak nötrlük- özelliği atfedilmekte, dilin bazı kuralları da sözcüğün bu durumuna göre farklı şekillerde uygulanmaktadır. Dilin yapısında bu olduğundan da, sözcüklerin karşılık geldiği nesneler ya da kavramlar farklı bir şekilde algılanmaktadır.

Rusça konuşan kişiler ile yapılan bir çalışmada haftanın hangi günlerini erkek ya da dişi olabileceğini sorulmuştur. Katılımcılar tarafından, dilbigisi kuralı çerçevesinde pazartesi, salı ve perşembe eril olan günler erkek, dilbilgisi olarak dişil olan çarşamba, cuma ve cumartesi günleri ise kadın olarak tanımlanmıştır. Neden bu tercihleri yaptıkları sorulduğunda ise -biraz da sezgisel olarak yaptıkları- bu tercihlerini açıklamakta zorlanmışlardır.

Anahtarlar Sert ve Yararlı mıdır Yoksa Sevimli ve Küçük mü?

Dilimizin dünyayı algılayışımızı etkiler mi sorusunun en ilginç yanıtlarından birisi 2002 yılında yapılan bir çalışma üzerinedir. Çalışmada ana dili İspanyolca ve Almanca olan, aynı zamanda da yüksek İngilizce yetkinliğine sahip kişilere, İspanyolca’da ve Almanca’da erilliği ya da dişilliği birbirinin tersi olan 24 sözcük söylenmiş ve bu sözcükleri erillik ya da dişillik bulunmayan İngilizce’de üç sıfat ile tanımlaması istenmiştir.

Çalışmada anadili Almanca olan kişiler eril bir sözcük olan “der Schlüssel”i yani anahtarı sert, ağır, sivri uçlu, metal ve yararlı olarak tanımlarken, anadili İspanyolca olan kişiler İspanyolca dişil bir sözcük olan “la llave”i yani anahtarı altın, karışık, küçük, sevimli ve ufak olarak tanımlamışlardır.

Katılımcılara, erillik ve dişilliği anahtar sözcüğünün tam tersi olan köprü sözcüğü sorulduğunda ise, İspanyolca eril bir sözcük olan “el puente” sözcüğünü yani köprüyü büyük, tehlikeli, güçlü, sağlam ve yüksek olarak tanımlanırken, Almanca dişil bir sözcük olan “die brücke” güzel, zarif, narin, sevimli ve zayıf olarak tanımlanmıştır.

Açık da Olsa Mavi, Koyu da Olsa… 

Biliyorsunuz, bizim dilimiz Türkçe’de her rengin daha beyaza yakınlaşmış halini anlatmak için rengi söylemeden önce “açık”, daha siyaha yaklaşmış halini anlatmak adına “koyu” sıfatı kullanılmaktadır.

Türkçe’de durum böyle iken, Rusçada açık mavi için “goluboy” koyu mavi için ise “siniy” olmak üzere -bizdeki açık-koyu “ayarlaması” olmayan- iki bağımsız renk adı bulunmaktadır. Bu durumdan hareket ile tasarlanan bir çalışmada, anadili Rusça olan katılımcıların önlerine mavi tonlu bir kutu gösterilmiş, bir kartonda “goluboy”dan “siniy”e kadar kademe kademe koyulaşan 20 numaralı farklı mavi tonu konulmuş ve ilk gösterilen mavi kutunun hangi 20 farklı tona yakın olduğunu söylemesi istenmiştir. Çalışma sonucunda Rusça konuşan katılımcıların renk tonunu eşleştirme konusunda oldukça başarılı olduğu bulunmuştur.

Benzer bir şekilde mavi renk için “ghalazio” ve “ble” olarak iki karşılık bulunan Yunanca’dan hareketle de başka bir çalışma gerçekleştirilmiştir. Yunanistan’da yaşayan Yunanca konuşanlar ile uzunca bir süredir İngiltere’de yaşayan Yunanca konuşanların mavi renkleri tanımlama ve ayırt edebilme yetenekleri incelenmiş ve İngiltere’de yaşayanların Yunanistan’da yaşayanlara göre “ghalazio” ve “ble” renklerini daha yakın olarak gördükleri tespit edilmiştir. Bu durumun temel nedeninin İngilizce’deki tek mavi sözcüğü bulunması olduğunu söylemeye gerek yok gibi…

Zamanı Uzunlukla mı Tanımlamalı Büyüklükle mi?

İlginç bir başka çalışma da zamanın algılanması ve tanımlanması üzerine… 2017 yılında yapılan bir çalışmada İngilizce ve İsveççe konuşan kişilerin, “I won’t be long” (uzun kalmayacağım) ya da “let’s look at the weather for the week ahead” (önümüzdeki haftanın hava durumuna bakalım) gibi örneklerde olduğu gibi, zamanı mesafe anlatan kavramlarla tanımladığı tespit edilmiştir. 

İspanyolca ve Yunanca konuşan kişilerin ise zamanı mesafeden ziyade büyüklük ile tanımladıkları görülmüştür. Bu çerçevede İspanyolca konuşanların “corta pausa” (kısa ara) demek yerine “Hacemos una pequeña pausa” (küçük bir ara verelim) demeyi, “largo tiempo” (uzun zaman) demek yerine “mucho tiempo” (çok zaman) demeyi tercih ettiği görülmektedir. 

Bu farklılık yoğun bir gün için İngilizce’de “what a long day” (ne kadar uzun bir gündü) denirken İspanyolca’da “que dia tan completo” (ne kadar dolu bir gündü) denmesinde de görülebilmektedir.

Buradan da anlaşılabileceği üzere zamanı da farklı tasavvur ediyoruz…

Bütün Bunlar Ne Anlama Geliyor?

Değindiğimiz tüm bu örnekler, “Dilimiz Dünyayı Algılayışımızı Etkiler mi? sorusunun yanıtının olumlu olduğunu düşündürüyor. Her ne kadar bilim dünyası bu konuda tam anlamıyla kesin karara ulaşmamış olsa da, dünyayı algılamak ve anlatmak için temel aracımız olan anadilimiz tüm bu algıları belirli bir sınırlar içinde gerçekleştirmemize izin veriyor. Yani biz belki de bugünü, dilimizi oluşturan ve geliştiren, bizden onlarca, yüzyıllarca, binyıllarca önce yaşamış insanların bakış açılarından etkilenerek yapıyoruz.

Bu durum da insana bu soruları sorduyor:

  • Benim algıladığımı, başka bir dili konuşan kişi nasıl algılıyor?
  • Üzerine hayal dünyamı kurduğum anadilim gerçeği ne kadar algılayabilmemi sağlıyor?
  • Aynı kişi olarak başka dilde düşünmeye başladığımda, dünyayı aynı şekilde algılamıyor muyum?
  • Hangi dile sahip kişilerin dünya algısı gerçek dünyaya daha yakın?
  • Hatta gerçek nedir?

Son Söz Yerine

Tüm bu verilerden ve sorulardan ortaya çıkan, farklı dillerin farklı farklı dünyalar kurmuş olduğu, farklı bilişsel evrenler oluşturmuş olduğudur. Bu bilişsel evrenlerin, yani dillerin varlığının da, insanlığın bir zenginliği olduğu…

Tabii bir de yeni bir dil öğrenerek, farklı bir fikirsel dünyaya ve yeni bir bilişsel evrene açılmanın mümkünlüğü…

Bu çerçevede yeni bir dil öğrenme konusunda

yazıları da oldukça yararları olabilir, bakmadan geçmeyin… 🙂

Yazı Notları
İlk Yayın Tarihi, 04/11/2021
Son Güncelleme Tarihi, 19/12/2022
Boosted Uygulaması Ölçümüne Göre,
Çalışılan Gün, 2 gün
Çalışma Süresi, 4 saat 29 dakika

4 thoughts

  1. Dilin bilinmeyen yönlerinden bazılarını yazıda öğrenmiş oldum. Çok ilginç bilgiler var.

    1. Evet oldukça ilginç ve şaşırtıcı bilgiler var. Dahası konuştuğumuz dilin dünyayı farklı algılamamıza neden olabileceğini bilmek bile çok ilginç bir durum. Öyle değil mi?

  2. Yeni okuyabildim inanılmaz ilginç durumlar var. Keşke Aborjin veya Amerikalı yerli olsaydım. Çünkü navigasyon kullanırken “kuzey yönünde ilerleyin veya batı yönünde ilerleyin” diyor ya 😂😂😂. Hoş, o zaman da arabam olmazdı. Neyse Türk olayım yine de. Emeğine sağlık Emrah’cım. 👏👏👏

    1. Harika yorum olmuş Selma Hanım. Sesli kahkaha attım.
      Teşekkürler sözleriniz için. 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir